Annem aradı az önce. Daha dün konuşmuştuk. Normalde asla iki gün üst üste aramaz. Ne diyeceğini bile bile açtım telefonu. Ne hissedeceğimi bilmeden.
Dedem ölmüş.
Bir haftadır sürekli hastanedeydi. Son bir aydır da hastane ile ev arasında gidip geliyorlardı.
Sana kötü haber vermek istemiyorum ama…, dedi annem. Olsun, sen yine de söyle, dedim. Söylemiş oldum bile, dedi, dedeni kaybettik bugün.
Dedemi bugün kalbi durduğunda mı kaybettim, yoksa en son İstanbul’a döndüğümde bir daha büyük ihtimalle görüşemeyeceğimizi bilerek vedalaştığımda mı, yoksa Münster’e geri dönmeden telefonda son konuşmamızda mı, yoksa geçen yaz yazlıkta konuşmalarımızda artık benim kim olduğumu hatırlayamadığında mı?
Bilmiyorum.
Bir yandan her ölenle birlikte hayatımın neredeyse tamamen değişmiş olduğu ve pek çok şeyi bir daha deneyimleyemeyeceğim gerçekleri canımı yakıyor, bir yandan da bir insanı bir daha göremeyecek olmak bazen kabullenemeyeceğim kadar zor geliyor. Böyle anlarda keşke herhangi bir inancım olaydı, en azından ölümden sonra bir afterlife, belki daha kolay olurdu. Hala bir yerlerde, derdim, bizi izliyor. Ama yok. Ölüm. Son. Devamı yok.
Çok uzun zamandan sonra beni inanılmaz mutlu eden bir ilişkim var, bildiğin aşığım, ve bu sefer sevdiğim kadın bana sarıldığında açık açık ağlayabiliyorum. Ben bu ara çok ağlıyorum. Yıllardır iyileştim ben ya, artık üzülmüyorum aynı şeylere diye diye kendimi avuttuğum her şey, birinin bana, seni seviyorum, diye fısıldamasıyla yeniden kanamaya başlıyor. Belki de ilk kez ağlaya ağlaya, bastırdığım her şeyi hissetmeye başlayarak gerçekten iyileşiyorumdur. Bilmiyorum.
Seneler önce halam öldüğünde ağlamamıştım ben. Halan öldü, demişti annem ve ben tepki verememiştim. Ancak gece karanlığında ağlayabilmiştim sonra yalnızken. İçimde yıllardır taşıdığım tonlarca kalp kırıklığı var. İlk kez, birisi bana sımsıkı sarılıp, hissettiğim her şeyin önemli olduğunu, duygularımı göstermenin ya da negatif şeyler hissetmenin, ya da genel olarak duygulara sahip olmanın zayıflık anlamına gelmediğini tekrar tekrar söylediği için her şeyi anlatabiliyorum.
Buraya yazdığım gibi ya da yıllardır dinleyen herkese anlattığım gibi değil ama. Olan bitenleri bir hikayeye çevirmeden, komikliğe vurmadan. Her şeyi en baştan hissederek.
Bana söyledikleri bilmediğim şeyler değil. Ama beynimin son derecede mantıklı bir şekilde bana söylediği şeyler her zaman duygularıma izin vermeme olanak sağlamıyor ne yazık ki. Bazen güvende hissetmem gerekiyor gerçekten, sevildiğimi hissetmem. Kendime olan sevgim, her zaman yeterli olmuyor.
Son bir aydır, dedem hastanedeyken, bir yandan annem nasıl acaba, telefonda ne kadar yanında olabiliyorum diye endişelendim, bir yandan tezimi yazdım bitirdim, bir yandan kardeşimle hiç konuşmuyoruz, desteğe ihtiyacı olabilir ama nasıl destek olacağımı bilmiyorum diye kendimi yedim bitirdim, bir yandan uzaklarda olduğum ve yeni ilişkimde mutlu olduğum için kendimi suçlu hissettim, bir yandan dedemi bir daha görebilecek miyim düşüncesiyle uğraştım kafamın içinde. Yoruldum. Çok ama çok yoruldum.
Ama son bir haftadır içinde bulunduğumuz şu bekleme durumu en kötüsüydü sanırım. Dedem öldü ölecek, ya bugün ya yarın, sadece oturup beklemek, hatta benim için telefon başında beklemek çok ama çok fenaydı. En azından artık acı çekmiyor, demek lazım belki de. En azından bekleyiş sona erdi. Yaşadığı iyi kötü 86 sene için mutlu olmak lazım. Güzel anları hatırlamak.
Küçükken ananem ve dedemle kalırdım ben sık sık. Dedem hep erken yatardı. Öğlenleri de mutlaka öğle uykusuna yatardı. Ben küçük teyzemle oynarken çok gürültü yaparsak bize kızardı.
Ne zaman bizi ziyarete gelse, mutlaka cebinden çakısını çıkarıp yolda ağaçları falan budardı, insanların bahçelerinden çiçek kesip çalardı. Hayatımda yazdığım ilk hikaye dedemin bu çiçek düşkünlüğü ile ilgiliydi. İkinci sınıftaydım. Ananemle Laleli’de yaşadıkları evin salonunu bir bahçeye çevirmişti.
Yazın ortasında bile atlet, gömlek, süveter, ceket kombosuyla giyinir dolaşırdı. Dedemi tişörtle gördüğüm zamanların sayısı sınırlıdır. Gömlek, kravat ve şapkasını giymeden, ayakkabılarını boyayıp parlatmadan evden çıkmazdı.
Kahvesini höpürdeterek içerdi.
Her gördüğümde elini öptürürdü. Son senelerde ne zaman görse, ah torunum gelmiş benim diye karşılardı beni.
Yanaklarından öptüğümde sakalları batardı.
Gömlek cebinde, ya da evdeysek banyo aynasının önünde mutlaka tarak bulunurdu.
Kalp hastası olmasına rağmen maaile bir araya gelinip yemek yendiğinde mutlaka bir kadeh rakı içerdi. Masadaki yemeklerden tabağına almaz, inatla ananemin tabağından yemeğini çalardı. Kaşık düşmanı, derdi ananem. Yemeği biter bitmez masadan kaçardı, gece saat 11 oldu mu, hadi geç oldu eve gitmiyor muyuz demeye başlar, ancak herkesin birlik olmasıyla 12’ye kadar kalmaya ikna olurdu.
Hiçbir namaz vaktini kaçırmazdı. Ben küçükken o namazını kılarken etrafında dolaşıp, önüne geçip güldürmeye çalıştığımda hiç kızmazdı. Birkaç kere hatta tam tersine bana gülümsediğine bile eminim. Tesbihiyle oynamama izin verirdi, ihtiyacı olana kadar.
Son ziyaretlerinde ayakkabılarını giyeceği zaman yanına çağırır, omzuma tutunurdu. Kesilmesi, kırılması gereken bir ağaç dalı ya da istediği bir çiçek olduğunda bana söylerdi. Ben tırmanırdım artık ne varsa, ağaç dalı, merdiven, sandalye…
Her şeyi tamir edebileceğine inanır, elektronik ne varsa söker yeniden toplardı aletleri, bulduğu hiçbir şeyi atmazdı, mutlaka bir şey tamir edilirken gerekir diye.
Annemin, ananemin, teyzemlerin anlattığı kadarıyla inanılmaz sert otoriter bir aile babası, bir polis memuru, benim için küçükken otorite kaynağı, ama sevgi dolu bir dede, büyüdükçe bahçe maceralarımızla bir suç ortağı.
Benim bugün dedem öldü. Ve ben hala ne hissedeceğimi tam olarak bilmiyorum. Belki de her şeyi birden hissediyorum.