Tag Archives: personal

* Bir yandan bugünkü ay dönümümüzü kutlamak için bana yapacağı sürprizi hatırlatıp acı çektirirken bir yandan da puzzle yaparak sabahın 3’üne kadar oturduğum bi sevgilim var lan. 

* On gün sonra da Rodos’a gidiyoruz tatile mesela. 

* Sonracığıma, master tezim biteli aylar oldu, notumu öğrendim, o da baya iyi, 4 gün sonra da savunmam var, sonra yine mezun, hep mezun. 

* O değil de ben bu kızla evlenirim bile. O derece. Birkaç yıl sonra demişti dersiniz.

* Şimdi bi outline yazabilirsem mesela bir doktoralara başvurma macerası başlayacak, zaten eylül’de çoğunlukla İstanbul’dayım, sonra her şey yeniden birkaç seneliğine belli olacak en azından. Şu anki belirsizlikler sona ersin diye gün sayıyorum resmen. 

* Bi de çok güzel kutu oyunu oynuyoruz, kıskandırmak istedim.

* Yirmi yıl sonra kendimizi masa başında bulmaca çözerken ya da oyun oynarken bulursak ay çok sıkıcı olduk paniği yaşamamıza gerek kalmadı böylece, bildiğin yirmilerimizde cuma gecelerimizi böyle geçiriyoruz. Ve ne yalan söyleyeyim, öyle bir gülüyorum, öyle bir eğleniyorum ki, yemişim partiyi içmeyi falan bu aralar. 

* Ben sevgilimde çok yakın arkadaş buldum aynı anda, en güzeli o sanırım. 

Annem aradı az önce. Daha dün konuşmuştuk. Normalde asla iki gün üst üste aramaz. Ne diyeceğini bile bile açtım telefonu. Ne hissedeceğimi bilmeden.

Dedem ölmüş.

Bir haftadır sürekli hastanedeydi. Son bir aydır da hastane ile ev arasında gidip geliyorlardı.

Sana kötü haber vermek istemiyorum ama…, dedi annem. Olsun, sen yine de söyle, dedim. Söylemiş oldum bile, dedi, dedeni kaybettik bugün.
Dedemi bugün kalbi durduğunda mı kaybettim, yoksa en son İstanbul’a döndüğümde bir daha büyük ihtimalle görüşemeyeceğimizi bilerek vedalaştığımda mı, yoksa Münster’e geri dönmeden telefonda son konuşmamızda mı, yoksa geçen yaz yazlıkta konuşmalarımızda artık benim kim olduğumu hatırlayamadığında mı?

Bilmiyorum.

Bir yandan her ölenle birlikte hayatımın neredeyse tamamen değişmiş olduğu ve pek çok şeyi bir daha deneyimleyemeyeceğim gerçekleri canımı yakıyor, bir yandan da bir insanı bir daha göremeyecek olmak bazen kabullenemeyeceğim kadar zor geliyor. Böyle anlarda keşke herhangi bir inancım olaydı, en azından ölümden sonra bir afterlife, belki daha kolay olurdu. Hala bir yerlerde, derdim, bizi izliyor. Ama yok. Ölüm. Son. Devamı yok.

Çok uzun zamandan sonra beni inanılmaz mutlu eden bir ilişkim var, bildiğin aşığım, ve bu sefer sevdiğim kadın bana sarıldığında açık açık ağlayabiliyorum. Ben bu ara çok ağlıyorum. Yıllardır iyileştim ben ya, artık üzülmüyorum aynı şeylere diye diye kendimi avuttuğum her şey, birinin bana, seni seviyorum, diye fısıldamasıyla yeniden kanamaya başlıyor. Belki de ilk kez ağlaya ağlaya, bastırdığım her şeyi hissetmeye başlayarak gerçekten iyileşiyorumdur. Bilmiyorum.

Seneler önce halam öldüğünde ağlamamıştım ben. Halan öldü, demişti annem ve ben tepki verememiştim. Ancak gece karanlığında ağlayabilmiştim sonra yalnızken. İçimde yıllardır taşıdığım tonlarca kalp kırıklığı var. İlk kez, birisi bana sımsıkı sarılıp, hissettiğim her şeyin önemli olduğunu, duygularımı göstermenin ya da negatif şeyler hissetmenin, ya da genel olarak duygulara sahip olmanın zayıflık anlamına gelmediğini tekrar tekrar söylediği için her şeyi anlatabiliyorum.

Buraya yazdığım gibi ya da yıllardır dinleyen herkese anlattığım gibi değil ama. Olan bitenleri bir hikayeye çevirmeden, komikliğe vurmadan. Her şeyi en baştan hissederek.

Bana söyledikleri bilmediğim şeyler değil. Ama beynimin son derecede mantıklı bir şekilde bana söylediği şeyler her zaman duygularıma izin vermeme olanak sağlamıyor ne yazık ki. Bazen güvende hissetmem gerekiyor gerçekten, sevildiğimi hissetmem. Kendime olan sevgim, her zaman yeterli olmuyor.

Son bir aydır, dedem hastanedeyken, bir yandan annem nasıl acaba, telefonda ne kadar yanında olabiliyorum diye endişelendim, bir yandan tezimi yazdım bitirdim, bir yandan kardeşimle hiç konuşmuyoruz, desteğe ihtiyacı olabilir ama nasıl destek olacağımı bilmiyorum diye kendimi yedim bitirdim, bir yandan uzaklarda olduğum ve yeni ilişkimde mutlu olduğum için kendimi suçlu hissettim, bir yandan dedemi bir daha görebilecek miyim düşüncesiyle uğraştım kafamın içinde. Yoruldum. Çok ama çok yoruldum.

Ama son bir haftadır içinde bulunduğumuz şu bekleme durumu en kötüsüydü sanırım. Dedem öldü ölecek, ya bugün ya yarın, sadece oturup beklemek, hatta benim için telefon başında beklemek çok ama çok fenaydı. En azından artık acı çekmiyor, demek lazım belki de. En azından bekleyiş sona erdi. Yaşadığı iyi kötü 86 sene için mutlu olmak lazım. Güzel anları hatırlamak.

Küçükken ananem ve dedemle kalırdım ben sık sık. Dedem hep erken yatardı. Öğlenleri de mutlaka öğle uykusuna yatardı. Ben küçük teyzemle oynarken çok gürültü yaparsak bize kızardı.

Ne zaman bizi ziyarete gelse, mutlaka cebinden çakısını çıkarıp yolda ağaçları falan budardı, insanların bahçelerinden çiçek kesip çalardı. Hayatımda yazdığım ilk hikaye dedemin bu çiçek düşkünlüğü ile ilgiliydi. İkinci sınıftaydım. Ananemle Laleli’de yaşadıkları evin salonunu bir bahçeye çevirmişti.

Yazın ortasında bile atlet, gömlek, süveter, ceket kombosuyla giyinir dolaşırdı. Dedemi tişörtle gördüğüm zamanların sayısı sınırlıdır. Gömlek, kravat ve şapkasını giymeden, ayakkabılarını boyayıp parlatmadan evden çıkmazdı.

Kahvesini höpürdeterek içerdi.

Her gördüğümde elini öptürürdü. Son senelerde ne zaman görse, ah torunum gelmiş benim diye karşılardı beni.

Yanaklarından öptüğümde sakalları batardı.

Gömlek cebinde, ya da evdeysek banyo aynasının önünde mutlaka tarak bulunurdu.

Kalp hastası olmasına rağmen maaile bir araya gelinip yemek yendiğinde mutlaka bir kadeh rakı içerdi. Masadaki yemeklerden tabağına almaz, inatla ananemin tabağından yemeğini çalardı. Kaşık düşmanı, derdi ananem. Yemeği biter bitmez masadan kaçardı, gece saat 11 oldu mu, hadi geç oldu eve gitmiyor muyuz demeye başlar, ancak herkesin birlik olmasıyla 12’ye kadar kalmaya ikna olurdu.

Hiçbir namaz vaktini kaçırmazdı. Ben küçükken o namazını kılarken etrafında dolaşıp, önüne geçip güldürmeye çalıştığımda hiç kızmazdı. Birkaç kere hatta tam tersine bana gülümsediğine bile eminim. Tesbihiyle oynamama izin verirdi, ihtiyacı olana kadar.

Son ziyaretlerinde ayakkabılarını giyeceği zaman yanına çağırır, omzuma tutunurdu. Kesilmesi, kırılması gereken bir ağaç dalı ya da istediği bir çiçek olduğunda bana söylerdi. Ben tırmanırdım artık ne varsa, ağaç dalı, merdiven, sandalye…

Her şeyi tamir edebileceğine inanır, elektronik ne varsa söker yeniden toplardı aletleri, bulduğu hiçbir şeyi atmazdı, mutlaka bir şey tamir edilirken gerekir diye.

Annemin, ananemin, teyzemlerin anlattığı kadarıyla inanılmaz sert otoriter bir aile babası, bir polis memuru, benim için küçükken otorite kaynağı, ama sevgi dolu bir dede, büyüdükçe bahçe maceralarımızla bir suç ortağı.

Benim bugün dedem öldü. Ve ben hala ne hissedeceğimi tam olarak bilmiyorum. Belki de her şeyi birden hissediyorum.

* Tezimin şu anda üçte birinin bitmiş olması ve Salı günü teslim etmem gerekiyor olması gerçeği. Tez bitmedi ben bittim resmen. Aynı anda hem panikliyorum hem de aman yazarım biter ya kafası yaşıyorum.

* Sevgilim var la benim. Çok ilginç resmen. 4 sene aradan sonra böyle bi şekerlik, bi sevimlilik modlarındayım, sonumuz hayırlı olsun.

* Gündemle ilgili bişi yazmak istemiyorum ama, haberlere baktıkça, iki dakika twitter’da yazılanları okudukça bi köşeye çömelip, kafamı ellerimin arasına alıp böyle öne arkaya sallana sallana “dönmek istemiyorum” diye sayıklayasım geliyor.

* Ay sonu zor geliyor bu ay ya. O kadar masraflı bir ay geçirdim ki, bu kadar olur.

* Buraya iki dakika geyik yapacak kadar bile enerji kalmamış resmen beynimde yalnız. Haftalardır doğru dürüst film dizi izlemedim, bi aydır falan hiç roman okumadım. İçim kurudu bea. 

* Neyse şimdi ben bi vitamin çakayım kendime, sonra biraz gaz verip (bkz. Gas geben) en azından yarısını bitirmiş olayım şu tezin. Evet. Mantıklı.

https://www.tumblr.com/audio_file/uzakhikaye/84617462382/tumblr_n505obtPKf1qacyb2?plead=please-dont-download-this-or-our-lawyers-wont-let-us-host-audio

Bazen bir tez yazmak, sadece bir tez yazmaktan çok daha fazla anlam taşıyor. Son bir haftadır outline ve ilk iki bölüm kafamda tamamen yazılmış olsa da oturup yazamayışımın nedeni bu olabilir belki. Peki tez yazmak ne demek benim için?

Tez yazmak, buradaki iki yıllık master’ın bitiyor olması demek. Doktora vs. konularında hiçbir şeyin kesin olmaması demek. Ekim ayı gelip çattığında hangi ülkede, hangi evde yaşayacağımı bilmiyor olmam demek. Oturup yazmaya başlamadıkça bütün bu kararları vermem gerekmeyecekmiş gibi davranabiliyorum, kaçınılmazı biraz daha geciktirebiliyorum.

Her şey dönüp dolaşıp aynı yere geliyor: Ben büyümek istemiyorum.

Ben büyümekten bu kadar korkarken, hayat üst üste bir sürü şey yolluyor bana, sırayla bir sürü sınavdan geçmek zorunda kalıyorum. Bazen bu cüzdanımı çaldırmak gibi basit ama bürokrasisi bol bir durum olurken, bazen de dedemin ben uzaktayken ölme olasılığı gibi ciddiyeti anlatılamaz derecede ağır şeyler de olabiliyor.

Ameliyat edilsin mi edilmesin mi diye arada kalınmışken annem ve teyzemler sonunda yoğun bakıma kaldırılması gerekene kadar evde bakılsın, diye karar vermişler. Her türlü karar, kararsızlıktan iyidir sonuçta değil mi?

Dün annemle konuşurken, bak teyzenler Düzce’den geldi, yarın hepimiz ananenlere yemeğe gideceğiz, beraber otururuz derken, cümlenin sonunda nokta yerine söylenmeyen kelimeler vardı. Son kez. Son kez beraber yemek yemek için. Belki de son kez beraber yemek yemek için.

Bir yandan dedemi en son İstanbul’da gördüğümde bunun son görüşmemiz olabileceğinin farkındaydım, hem zaten seksen altı yaşında, hem zaten Alzheimer belası yüzünden uzun zamandır aynı insan değildi ki diye kendimi yatıştırmaya çalışırken, bir yandan da suçluluk ve isyan doluyum.

Herkes bir aradayken ben buradayım. Annemle telefonda konuşup, dert ortaklığı etmeye çalışsam bile, yanlarında değilim. Uzaktayken sıkıntıları kısa süreli olsa da unutmak çok kolay. Bencilliğimden utanıyorum bazen. Sonra da dünyaya kızıyorum yeni baştan. Kafam rahat yaşamak için gitmek zorunda kalmış olmak çok koyuyor bana.

İki senede zar zor edindiğim ruhsal dinginlik bir anda elimden kayıp gidiyor, kendimi depresyonun ellerine bırakmamak için bildiğim bütün yolları denemeye başlıyorum.

Sürekli insanlarla beraberim bu aralar ki kendimi odamda yerde yatıp tavana bakarken bulmayayım yine. Durup durup ağlamamak için sürekli şakalar yapıyorum, her şey komik bana şu anda çünkü sinirlerim çok bozuk, çünkü sorumluluklar, çünkü hayat, çünkü büyümem lazım.

Bir yandan da nereye gittiği belirsiz bir ilişkim var, çok yeni. Bir yandan birinin benden hoşlandığını bilmek, bana ufak tefek sürprizler yapması, yeni bir ilişkinin getirdiği bütün heyecanlar ve mutluluklar, bir yandan da sanki bu ara mutlu olmaya pek de hakkım yokmuş gibi hissediyor olmam. Diyorum ya, suçluluk duygusu altında eziliyorum son günlerde.

Ama tezimi yazmam lazım. Sonra doktora için de buralarda kalmam lazım, çünkü çok alıştım. Sonunda kendime bir ev /bir yuva bulmuşken bırakıp gitmek istemiyorum. Özlemek sürekli alışkın olduğum bir duygu sonuçta. Zaman da hiçbir zaman yeterli değil. Her dakikayı beraber geçirsem de sevdiklerimle, hep keşke biraz daha vaktimiz olsaydı diyeceğim.

İşte ben de kendimi böyle avutuyorum. 

I have a date this Tuesday. 

Also, someone messaged me on okcupid today and asked me to be their lesbian sex experiment. I am at the point where I actually considered it. Viva la sexual frustration. 

And I still have feelings for a really close friend. Very strong feelings.

*has a nervous breakdown*

God, what the fuck am I doing? 

Salı günü, sabahtan derse gidiyorum, sonra akşam dersi kırıp Köln’e Ellie Goulding konserini izlemeye. Konsere gitmeyeli iki ay olmuş. Ellie Goulding konseri şimdiye kadar izlediğim en iyi konser mi, kesinlikle değil. Standart konser işte. Ama o kocaman konser salonunda bir dolu insanla beraber konseri izlemek, grubun toplu mutluluğunun bulaşıcı olması, ve konserin ortasına doğru en sevdiğim şarkının çalınması (This Love [Will Be Our Downfall]) ve bir bakıyorum yüzümde kocaman bir gülümseme, yanaklarım acıyor. Eve sabahın altısında dönmem ve ertesi gün sabah 9’da kalkmak zorunda olmam bile moralimi bozamıyor.

Çarşamba sabahı, bir önceki gece bir buçuk saat uyuduktan sonra derse gidiyorum. Konser nasıl gaza getirdiyse derse katılacak kadar beyin gücü bile buluyorum kendimde. Kızlarla yemekhanede yemek yedikten sonra akşam takılsak ya, diyorum, bir tek e. olur diyor, o da bana yetiyor. Okula geri dönüyorum, kendi dersimi veriyorum, birkaç hocadan notlarla ilgili imza toplayıp eve dönüyorum. Bi yarım saatte iki sayfalık bir essay’i aradan çıkarıyorum sonra. Akşam e. bize geliyor, oturup bir şişe şarap devirip birkaç saat muhabbet ediyor, sonra da duvarımda çizgifilm izliyoruz. Önce bir bölüm Darkwing Duck, sonra 4-5 bölüm Archer. Ayrıldığımızda saat gecenin ikisi ve ben son 48 saati iki saat uykuyla falan geçirmiş olduğumdan kendimden geçerek uyuyorum.

Perşembe sabahı yine erken kalkıyorum, bu sefer postgrad dersi için. Bir gün öncesinde yarım saatte yazdığım saçmasapan essay’i hoca beğenmiş, mutlu oluyorum. Sonra eve dönüp akşam 5’e kadar falan bir daha uyuyorum. Kalkıp duş alıp evden çıkıyorum, yine e. ve L. ile okulda klasik müzik konserine gidiyoruz akşam.

Konser çıkışı. Münster’de henüz denememiş olduğumuz Irish publardan birine gidiyoruz. The James. İnanılmaz sevimli bir dekorasyon, pencere kenarlarında klasik kitaplar falan var. Kalkıp kendime bir Guinness almaya bara gidiyorum, barın önündeki taburelerden birinde bizim bölümün sekreterlerinden biri oturuyor. Merhabalaşıyoruz. Tam biram gelirken The Smiths – There Is A Light That Never Goes Out çalmaya başlıyor. Bir an kendimi Cheers dizisinde gibi hissediyorum. “Where everybody knows your name.”

Gece ilerledikçe, son bir aydır eksikliğini hissettiğim bir şey hayatıma geri dönüyor. e. yine eskisi gibi gülmeye, durup durup anlamını çözemediğim o bakışıyla bakmaya başlıyor bana. Bisikletlerimize atlayıp beraber eve doğru pedal çevirirken iki dakika daha beraber gidelim diye yolunu uzatıyor. Bizim köşede duraklıyoruz. Gelsene bir film falan izleyelim, desem biliyorum ki gelecek. Ama vücudum uykusuzluktan ağlamak üzere. İyi geceler diyorum, ayrılıyoruz. Ama son bir aydır ne zaman takılsak ardından hissettiğim o hayalkırıklığını ve umutsuzluğu hissetmiyorum. Aramızda arkadaşlıktan öte bir şey olmasını istemem falan filan, bunların aslında o kadar önemli olmadığı dank ediyor sonunda. Bir ay kadar onun ailevi sorunları yüzünden herkesten uzaklaşması, sadece arkadaşlığımızın (ya da özellikle arkadaşlığımızın) benim için ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor çünkü.

Güzel bir hafta. Güzel yerler, güzel insanlar, güzel müzikler ve güzel sohbetler sonunda yetinebiliyorum.

Bu arada İstanbul’a dönmeye gün saymıyor da değilim bir yandan ama neyse, az kaldı nasılsa.

* Bütün paramı İtalya’da yedim geldim, son bir haftadır sürekli ekmek peynir, haşlanmış/kızarmış/püre patates ve makarna yiyorum, buna bağlı olaraktan kilo verdim, sigarayı ve alkolü bıraktım. Parasızlık sonucunda sağlıklı bir insan olmuş olabilirim. Bilmiyorum. Ama resmen sebze özledim ki sebze öyle çok da sevmem. Öyle işte. Hayır bir de ay sonu gelsin de burs yatsın diye beklediğim bu ayın 31 çekiyor olması. O bir gün bile önemli lan. Valla.

* Kendime tez danışmanı buldum geçen gün. Hocalardan biri kendi teklif etmişti danışmanın olayım diye ama o adamla verimli çalışamıyorum ben ya. Takıldım ilerleyemiyorum diye gittiğimde, otur konseptin üzerine düşün demekten başka bir tavsiyesi yok resmen. Postgrad dersinin yeni hocasıyla 2 kez buluştuk daha, ona rağmen bir senedir birlikte çalıştığım hocadan daha yardımcı oldu kadın. Ben de gittim ona sordum. Neyse ki konum direkt onun alanına düşüyor da hayır demedi. 

* 23 gün sonra İstanbul’dayım. 

* 23 gün içerisinde iki konsere gidilecek (Ellie Goulding ve City&Color), 2 peypır yazılacak (toplamda 11 bin kelime), bir belgeselin kurgusu bitirilecek, bir de postgrad için expose’nin baştan yazılması lazım (2-3 sayfa diyelim hadi). Oydağlar. Param ve sigaram ve alkolüm yok demiştim değil mi? Ühü.

* O değil de, böyle ders stresine girdiğim için garip bir ruh halindeyim, her şeye paranoya yapıyorum, çok fena yahu. En son örneği, stres sonucunda vücudumu istila eden bilimum sivilcelerin ikisi göğüs bölgesinde. Ve ben kanser paranoyası yapıyorum şu anda. Sivilce/kabarıklık normal abi sonuçta stres, hem düzenli beslenmiyorum bu ara, falan filan, ama bir haftadır geçmedi, sanki yüzümdekiler bir haftada geçiyor da, bir sabırlı ol…. Anladınız siz onu. Delirmeye az kaldı, o kesin.

* İstanbul’a dönünce direkt check-up’a atıcam kendimi gerçi. Bir buçuk senedir öyle hunharca kullandım ki bu bedeni, sağlam bir yerim kalmadı sanırım.

* Öeh. Sıkıntı kustum resmen. Neyse ben kaçar. 

* Daha iki ay var, ohooo bir ay daha, bak 15 gün kaldı derken yarın Roma’ya gidiyorum gençler. Üç günlüğüne gerçi ama turistliğin dibine vurmazsam ne olayım.

* Bölümde peypır-whisperer oldum sanırsam, ilk denemede F alan herkes ödevlerini baştan yazıp kontrole bana getiriyor. Karşılığında genelde kahve de ısmarlıyorlar gerçi, hayat bana güzel.

* Şubat sonuna kadar master tezi için dekanlığa dilekçe vermem lazım, Mayıs sonuna kadar da doktora başvuruları falan var, aynı zamanda 15 Şubat’a kadar yazıp bitirmem gereken en az 2 peypır var. Stresten ölücem sanırım. Yüksek lisans niye bu kadar kısa sürüyor ya? Ben hızımı alamadım sanırım. Daha yeni Almanya’ya taşınmamış mıydım ben, ev falan arıyordum, n’oldu ona? Yine mezun oluyorum aq. (Cİnsiyetçi küfür, evet, ama hislere tercüman.)

* Dün geceki rüyamdan bahsetmek istiyorum sizlere şimdi sevgili okuyucular. Rüyamda Münih’teyim yine bir arkadaşımı ziyaret ediyorum. lambda’dan bir şahıs, ki hayatımda kendisiyle muhabbet etmişliğim bile yok, o da orada. Dondurma yiyoruz böyle, çilekli (en sevdiğim), sonra aaa tadına bakayım diyor bana, öpüşüyoruz falan. Dondurma yiyip yiyip öpüşmek, fanteziye bak lan. Vay anasını.

* Sevişmemekten ölen oldu mu acep ya? Valla iyi değilim ben. Bu kadar hormon, bu kadar enerji hep heba oluyor bakın.

* Doktoraya kabul alırsan burada hayvan gibi para alıyormuşsun yalnız her ay. Gerçi evet kolay değil, evet çok araştırma ama para diyorum oğlum. Şu an aldığım bursun iki katından bahsediyoruz burada. Ben o parayla krallar gibi yaşarım ki.

* Projektörümü geri yollamıştım geçen gün, bugün mail atmışlar, bir sürü sattık bunlardan bu sorun daha önce karşımıza çıkmamıştı hiç, yenisini bulmaya çalışalım sizin için diye, acayip mutlu oldum.

* Minicik sırt çantasıyla gidiyorum bu arada Roma’ya. Çanta toplamakta uzman oldum resmen.

* Roma’dan döner dönmez (yani cuma günü) sunum hazırlamam lazım yalnız. Teee bir dönem başında sunum yapmıştım, garip geldi bi an. Gerçi her hafta ders veriyorum, o da sunumdan sayılabilir bence.

* Bu dönem bir ders için belgesel çektiğimizden midir nedir, psikopata bağladı beynim, ne görsem aklıma film fikri geliyor, en az 15-20 tane kısa hikaye ve roman fikri falan not etmişim bi yerlere. Yaratıcılık overdose oldum. Ha bunların herhangi birini gerçekleştirecek miyim, büyük ihtimalle hayır, çünkü tembellik rulez.

* Bugün o kadar çok kahve içtim ki vücudum anca kendine geliyor ya. Böyle sabahtan akşama sürekli koşmuşum gibi hissediyorum, öyle bir yorgunluk. Bunun üstüne bir de yarın sabah 6’da kalkacak olmam var ki, oydağlar.

* Tam diyorum ki, tamam beni iplemiyor bile, tutuyor, gideceğim günü hatırlayıp, çok çok eğlen, iyi yolculuklar, kendine dikkat et diye mesaj atıyor gece gece. (Yazar bu noktada çıldırmicam çıldırmicam diye şarkı söylerekten bilgisayar ekranından uzaklaşır.)

https://www.tumblr.com/audio_file/uzakhikaye/72664654495/tumblr_mz38v8AqNp1qacyb2?plead=please-dont-download-this-or-our-lawyers-wont-let-us-host-audio

* Son bir haftadır bi hastayım bir iyi, ben de anlamadım ne oluyor ama öksürmekten sıkıldım resmen. Dün gece sabahın dördüne kadar yan odadaki ev arkadaşımla stereo yayın modunda öksürüp durduk, sonra sabah 9’da kalk derse git falan, haller perişan.

* Alt kat komşularımdan nefret etmek üzereyim ya. Haftada iki gün sabaha kadar parti vermeleri yetmezmiş gibi bir de apartmanın içini de dışını da leş gibi bırakmaları çok fena. Ya ben çok Alman oldum ya da onlar aşırı abarttılar işi (bence gerçek ikisinin arasında bir yerde ama neyse).

* Bugünlerde her şey sinirime dokunuyor bir de. PMS de değil, anlayamadım gitti. Böyle bir alınganlık, bir sürekli herkese trip atma isteği falan. Evlerden ırak. Sanırım hastayım diye böyle oldu ama yine de kendimi bile baydım tripcan ruh hallerimle.

* Haftaya Roma’ya gidiyorum, artık o da moralimi düzeltmezse biraz, hiçbir şey düzeltemez herhal.

* Hastalık ve ateş (ateş düşürücü ilaçlar da olabilir) yan etkisi olarak garip garip rüyalar görüyorum her gece. Bilinçaltım fena dağıttı kendini. 

* Odama projektör aldıydım, geçen temizlik yaparken yere düştü, doğru düzgün göstermiyor hiçbir şeyi şu anda. Paketleyip servise göndermem lazım da üşeniyorum. Sıkıldım da bir yandan, ne güzel çılgınlar gibi dizi ve film izliyordum.

* Geçen ay Sex and the City’yi en baştan izleyip bitirdim, resmen dizideki karakterleri özlüyorum şu an. Çok saçma.

* Ailemi çok özledim. Böyle sürkeli bir özleme hali değil gerçi, artık uzakta olmaya çok alıştım, öyle kötü olmuyorum ama böyle arada bir aniden bir şey aklıma geliyor, bir saat falan özlemekten harap oluyorum, sonra yeniden kendime geliyorum. 

* Dönem başından beri lisans öğrencilerine ders veriyorum da, bugün resmen kafalarına bir şey fırlatmak istedim öğrencilerimin. Hem dersi anlamıyoruz çok zorlanıyoruz diye sızlanıyorlar, hem de okumaları falan yapmayıp, ana derse de gitmiyorlar. Hiçbir çaba harcamadan bir şey öğrenmeyi nasıl planlıyorsunuz acaba, bu neyin kafası demek istedim ama işte, profesyonellik falan. Hayat zor.

* Başım çok ağrıyor lan. 

* Sanırım sigarayı bıraktım bu arada, hastalık sağ olsun. Boğazım o kadar ağrıyordu ve o kadar çok öksürüyordum ki, birkaç gün içmedim, bugün daha iyi gibi olmama rağmen sadece bir tane sigara yaktım, o da çok tat vermedi falan. Zamanı geldi herhal. Böyle bir seneye yakın aralıksız içince bir noktadan sonra iğreniyorum ben sigaradan, sonra bir sene kadar bırakıyorum içmeyi, sonra özleyip yine başlıyorum. Garip bir bünye. 

* Arkadaşlardan biri yılbaşı hediyesi olarak bana zeytinyağlı doğal duş jeli almış, her gün onunla yıkanıyorum da, resmen yumuş yumuş oldum, sürekli kendi tenime dokunasım geliyor, öyle bir güzel. 

* Psikopat gibi bir cinayet romanı/dram bir çocuk kitabı okuyorum bu ara. Sıraya koydum, bir yandan garip, bir yandan da o kadar farklılar ki, kesintisiz okusam bile hepsini beynim böyle tatil yapmış gibi oluyor çocuk kitaplarını okurken. Roald Dahl ftw, diyorum.

* Biri benim yerime peypırlarımı yazabilir mi ya? Ay sonuna doğru çok sıkışacağım gibi görünüyor da şimdiden. (Ha herhangi birine başladım mı bunu bile bile? Tabii ki de hayır. Beyin bedava sonuçta.)

* Çılgınlar gibi Arcade Fire dinliyorum bu ara bir de. En son Passion Pit bir bu kadar sarmıştı, sadece son albümleri falan da değil, böyle ilk albümlerinden başlayıp sırayla hepsini dinliyorum falan. Hoş şeyler bunlar.